12 Ekim 2010 Salı

Evrimciler Atomların Biraraya Gelip, İnsanı Oluşturduğunu Sanırlar

Evrimcilerin en saçma iddialarından biri cansız maddelerin kör tesadüflerin sonucunda kendiliklerinden canlılığı oluşturduğuna dair inançlarıdır. Bu iddialarına göre, canlılığın varlığı için gereken maddeler, tesadüfen gelişen olaylar sonucunda, en uygun şartlarda ve en uygun miktarlarda birleşmişler ve canlılığın ilk yapıtaşı olan amino asitleri oluşturmuşlardır. Tesadüfen oluştukları varsayılan bu amino asitler ise, her nasılsa ilkel dünyanın koşullarında hiçbir bozulmaya uğramadan (ilkel dünya olarak tanımlanan şartlarda canlı bir organizmanın yaşamını sürdürmesinin mümkün olmadığını bilim adamları kesin olarak kabul etmektedirler), yine kendileri gibi tesadüfen oluşan diğer amino asitlerle buluşabilmişlerdir. Ama bu buluşma rastgele bir buluşma değil, her amino asitin belirli bir sıralama ile birbirine eklendiği ve hiç yanlış yapılmadığı kusursuz bir buluşmadır. Amino asitler, gerçekleşme ihtimali trilyon kere trilyon kere trilyon kere trilyon kere trilyonda 1'den bile çok daha küçük bir ihtimal olan bu birleşme sonucunda proteinleri meydana getirmişlerdir.
Ancak senaryo bu kadarla sınırlı kalmamıştır; çünkü canlılığın oluşması için bu kadarı yeterli değildir. Uygun proteinlerin milyarlarca yıl hiçbir bozulmaya uğramadan, ultraviyole ışınlarından, fırtınalardan, yıldırımlardan etkilenmeyerek, hücrenin oluşumu için gerekli diğer uygun proteinleri de beklemeleri gerekmiştir. Ve bunlar, biraraya geldiklerinde bugün dünyadaki en kompleks yapılardan biri olarak tanımlanan hücreyi meydana getirmişlerdir.

Evrimciler bu hikayeyi insanın oluşumuna kadar uzatırlar. Ancak yukarıda anlatılan senaryonun tüm aşamaları bilimsel bulgularla yalanlanmış, gerçekleşmesi mümkün olmayan olayları içermektedir.  Burada özellikle üzerinde duracağımız nokta, evrimcilerin cansız maddelerin kendi iradeleriyle canlılığı oluşturduğuna dair mantıksız inançlarıdır.

Cansız maddelerden canlılığın kendiliğinden oluştuğu iddiası aslında Ortaçağ'a ait batıl bir inançtır. O dönemde, insanlar bazı canlıların aniden bir yerde toplanmalarına, "bir anda oluşum"un neden olduğunu varsayıyorlardı. Günümüzde "spontane jenerasyon" ismiyle anılan bu inanca göre insanlar, kazların ağaçlardan hayata geldiğine, kuzuların karpuzdan çıktıklarına ve hatta bir su birikintisindeki kurbağaların yağmur bulutlarından bir anda oluştuklarına ve yağmurla toprağa düştüklerine inanıyorlardı. (Bilimsel Gaflar, Doğruya Giden Eğri Yolda Serüvenler, Billy Aronson, Tübitak Popüler Bilim Kitapları, 1997, s.33 )

1600'lü yıllarda ise Belçikalı bir bilim adamı olan Van Helmont bu "bir anda oluşum" kuramını sınamaya karar verdi. Kirli bir gömleğin üzerine buğday döktü ve bunların üzerinde hayvanların oluşmasını bekledi. 21 gün sonra Helmont gömleğin üzerinde birçok fare buldu. Ve bu gördüklerinden şöyle bir sonuç çıkardı: Kirli bir gömlek ve buğday karışımı fare doğuruyordu!

Alman bilimci Athanasius Kircher ise aynı sonuca varan başka bir yol denedi. Bir avuç sinek ölüsünün üzerine bal döktü ve çok geçmeden ölü sineklerin üzerinde uçuşan sinekleri gördü. Ve bunun üzerine Kircher de ölü sineklerle balın sinek doğurduğunu ispatladığını zannetti!

Ancak İtalyan bilim adamı Francesco Redi ve daha sonra Fransız bilim adamı Louis Pasteur, yaptıkları deneylerle farelerin kirli gömlekten veya sineklerin ölü sinekle bal karışımından oluşmadıklarını kanıtladılar. Bu canlılar, söz konusu cansız maddelerden oluşmuyorlardı, onların üzerine dışarıdan geliyorlardı. Örneğin ölü sineklerin üzerine canlı bir sinek gelip yumurtalarını bırakıyordu ve kısa bir süre sonra ortaya aniden birçok sinek çıkıyordu. Yani canlılık cansızlıktan gelmiyordu, canlılıktan geliyordu. Bu kural, yani "hayat ancak hayattan gelir" kuralı, çağdaş biyolojinin temellerinden biridir.

O dönemlerde yukarıda örneklerini saydığımız tuhaf iddialara inanılıyor olması, 17. yüzyıl bilim adamlarının bilgi eksikliği ve o dönemin koşulları gözönünde bulundurularak mazur görülebilir. Ancak günümüzde bilim ve teknoloji bu kadar ilerlemişken ve canlılığın cansız maddelerden oluşamayacağı birçok deney ve gözlemle ispatlanmışken, evrimcilerin hala böyle bir iddiayı savunuyor olmaları gerçekten şaşırtıcıdır.

Evrimciler bu akıl dışı inançları kanıtlamak için yıllarca laboratuvarlarda sayısız deneyler yapmışlar, cansız maddeleri biraraya getirerek canlı bir hücreyi oluşturmaya çalışmışlardır. Bu deneyler çok yüksek teknolojiler kullanılarak, çok gelişmiş laboratuvarlarda ve deneyimli bilim adamlarının kontrolünde gerçekleştirilmelerine rağmen, her seferinde çok büyük başarısızlıklarla sonuçlanmıştır. Böyle kontrollü bir ortamda dahi gerçekleştirilemeyen bir deneyin, canlıların yaşamasına imkan vermeyen etkenlerin bulunduğu eski dünya koşullarında, bilinçsiz ve düzensiz rastlantıların sonucunda gerçekleştiğini söylemek ise son derece anlamsızdır.

Asıl ilginç olan ise, evrimcilerin de cansız maddelerden canlılığın meydana gelemeyeceğini aslında çok iyi bilmeleridir. Ancak söz konusu insanlar bu gerçeği bildiklerini sık sık itiraf ettikleri halde, sanki evrim teorisinin temel iddiası bu değilmiş gibi evrimi savunmaya devam ederler.

Örneğin İngiliz astronom ve matematikçi Sir Fred Hoyle maddenin kendi kendine hayat oluşturamayacağını şöyle bir örnekle anlatır:

Eğer gerçekten maddenin içinde, onu yaşama doğru iten bir iç prensip olsaydı, bunun bir laboratuvarda kolaylıkla gösterilebilmesi gerekirdi. Örneğin bir araştırmacı ilkel çorbayı temsil eden bir yüzme havuzunu deney için kullanabilirdi. Böyle bir havuzu istediğiniz her türlü cansız kimyasalla doldurun. Ona istediğiniz her türlü gazı pompalayın, ya da üzerine istediğiniz her türlü radyasyonu verin. Bu deneyi bir yıl boyunca sürdürün ve (hayat için gerekli olan) 2000 enzimden kaç tanesinin sentezlendiğini  kontrol edin. Ben size cevabı şimdiden vereyim ve böylece bu deneyle zamanınızı harcamayın. Kesinlikle hiçbirşey bulamazsınız, belki oluşacak birkaç amino asit ve diğer basit kimyasal maddeler dışında. (Fred  Hoyle, The Intelligent Universe, New York: Holt, Rinehard &Winston, 1983, s. 256 )
Evrimci biyolog Andrew Scott ise cansız maddelerden canlılığın oluşamayacağını şöyle itiraf eder:

Biraz madde alın ısıtın ve bekleyin. Bu hayatın kökeninin modern versiyonudur. Yerçekimi, elektromanyetizma, zayıf ve güçlü nükleer kuvvetler gibi "temel" güçler gerisini halledecektir… Peki ama bu kolay hikayenin ne kadarı sağlam temellere oturmaktadır ve ne kadarı da umuda dayalı spekülasyonlara bağlıdır? Gerçekte, ilk kimyasal maddelerden canlı hücrelere giden aşamaların bütün mekanizmaları ya tartışma konusudur ya da tamamen karanlık içindedir. (Andrew Scott, "Update on Genesis", New Scientist, Vol. 106, 2 Mayıs 1985, s.30 )
Daha önce de belirttiğimiz gibi evrimciler bu gerçekleri görmelerine rağmen büyük bir ısrarla canlılığın cansız maddelerin tesadüfi birleşimlerinden meydana geldiğini savunurlar. Aynı bir büyücünün birçok maddeyi karıştırıp, tılsımlı sözcükler söyleyerek, elde ettiği karışımdan bir büyü ortaya çıkarmaya çalışması gibi, evrimciler de dünyanın ilk dönemlerinde var olduğunu düşündükleri ilkel çorbanın canlılığı var ettiğine inanmaya çalışırlar.

Oysa canlılık için gerekli fosfor, potasyum, magnezyum, oksijen, demir ve karbon gibi atomlar biraraya getirildiğinde ortaya cansız bir yığından başka bir şey çıkmaz. Ama evrimciler bu atom yığınının biraraya gelip, kendilerini çok iyi organize ettiklerini, her birinin uygun miktarlarda uygun yer ve uygun koşullarda aralarında en uygun bağları kurduklarını, bu cansız atomların muhteşem organizasyonlarının ve işlerinin rast gitmesi sonucunda ise gören, duyan, konuşan, hisseden, gülen, sevinen, üzülen, acıyı hisseden, keyiflenen, kahkaha atan, heyecanlanan, düşünen, seven, şefkat duyabilen, müziğin ritmini algılayabilen, tatlıyı zevkle yiyen, medeniyetler kurabilen, bilimsel araştırmalar yapabilen insanların oluştuğunu iddia ederler.

Kuşkusuz evrimcilerin bu anlattıklarının bir büyücü masalından herhangi bir farkı yoktur.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder